14 Şubat 2018 Çarşamba

Karanlığın Sonu

Ölümün yalnızlığını ensesinde hissediyordu. Kanayan bıçak yarası bir yana , kalbine yakın gelmiş bir kurşun yarasından damla damla kan sızıyordu. Durduramazsa ölecekti. Çevresinde kimseler yoktu. Bu yolda tek başınaydı , tıpkı doğarken yalnız geldiği gibi insanoğlunun. Dizinin üstünde bağlarını görebiliyordu. Öylesine derin öylesine nefretle almıştı bu darbeyi. Kim yapardı bunu ? Bu neyin öfkesiydi diye soramadı bile kendine. Öylesine acı içinde ve çaresizdi. Dünkü yağmurdan kalan su artıklarının içinde kalın paltosunun üstüne serilivermişti vücudu. Sesi çok kısık çıkıyordu. Kimselerin onu duyabilecek seviyede değildi. Bunun farkına vardığında artık kendini yormayı bıraktı. Ne kadar bağırmaya çalışırsa içinden o kadar bişey kopuyor gibiydi. Kan kokusu dolmuştu burnuna. Her nefes almaya çalıştığında aynı tat geliyordu. Üstelik bu koku oldukça ağır ve bir şeylerin habercisi gibiydi. Ölümün elbette..
               Bir zaman önce alacaklarını sıfırlamıştı. Kimsede tek kuruş parası kalmamıştı. Verdiklerinden fazla da aldı , tamı tamına aldığıda oldu. Bazılarında ufak faizler vardı. Küçük bir ticaret sayardı bunu. Parasının işlem karşılığı gibi. Bankalarda kredi çekmek için sıra beklemektense ondan gelip alırdı bu mahallenin serserisi. Her türlü bataklık içine girip çıkmıştı ama ne madde kullanmıştı bu zamana kadar ne sigara. Denemişliği olmuştu elbet ama alışkanlık haline getirmedi hiçbirini. Alımı satımıyla uğraşır , milleti bu illete sürükler sonra da yoluna bakar devam ederdi. Yediği lokmaların haram ya da helal olması onu ilgilendirmezdi. Fırtına Vedat bunlara aldırmazdı. Anne ve babasını gençken kaybetmişti. Amcası bakmıştı ona bir müddet. Yirmibeşine geldiğinde ‘’ Ben kendi yoluma bakayım Amca , yaptıkların için sağolasın. Hakkını helal et bana..’’ diyerek ayrılmıştı amcasının yanından. ‘’ Helal olsun oğlum.. Kötüye bulaşma gözünü sevdiğim. Gittiğin yerlerden haberdar et beni  ‘’ demişti. Bir müddet bunu yaptı Vedat. Gittiği yerleri , kaldığı yerleri amcasına söylemişti. Tabi ki bir süre sonra bunun delikanlılığa sığmayacağını öğrendi Bayrampaşa Cezaevinde..

               Girdiği narkotik koğuşuydu ve onunla konuşan çoğu kişinin zaten kafası ayık bile değildi. Gardiyanlarla içeri neler girerdi neler. Öncelerinde sarsılmıştı bunu gördüğünde. Otuziki gram beyaz toz satarken yakalandığında , içerinin böyle bir yer olabileceğini düşünmemişti bizim delikanlı. İçerde bir zaman uslu dursa da sonra kayış yırtılmıştı. Kavgalar , yaralamalar ardı ardına geliyordu. Bir gün koğuşta olsa iki gün hücrede yalnız başına , lağım kokan o duvarların dibinde uyuyordu. Düşünecek vakit çok oluyordu içeride. Hakim 8 sene 4 ay vermişti satıcılıktan. Hırsının kurbanı olmuştu genç yaşında. Yirmibeşinde hapse girmiş , eğer yaşamayı becerirse otuzüçte çıkacaktı. Belki iyi hali bozmasaydı daha da erken çıkabilirdi. Umrunda değildi ki. İçeride olduktan sonra 1 sene erken veya geç ne farkederdi artık ona göre. Bu çukur onun evi olmuştu nitekim. Öncesinde biraz ayak işleri yaptı sonra biraz çıraklık. Zamanla içerde hatrı sayılı adamlardan biri olmuştu. Kavgayı dövüşü bırakmıştı çünkü artık onun için bunları yapabilecek dostları vardı içerde. Koğuş ağasının yaveri oluvermişti. Koğuş ağası Fikret nasılsa müebbet buradaydı. Daha çok yaver bulurdu iş yaptırırdı. Her ne kadar burası onun evine dönüşse de gözü yine de dışardaydı. Yapacak işlerim var diye düşünüyordu. Dışarısı sonsuz bir pazardı , paraya para demeyebilirdi. Aklını çelen bu fikirler onun motivasyonu oluyordu.  Böyle bir fırsatı kaçırıpta bu dört duvar arasında kral olmaya lüzum yoktu. Amcasına arada mektup yazardı içerden. Amcasıda görüş olduğunda ziyaretine gelirdi. Yengesi börek , poğaça , sarma yapardı getirirdi beraberinde. O da teşekkür eder , içeride bu lezzetlerle buluşunca da diğer garibanlarla ve koğuştaki dostlarla paylaşırdı.


 Hep beraber yer içerler ‘’ Abi yengenin ellerine sağlık , sayesinde midemiz bir sıcaklık gördü be..’’ diye sesler yükselirdi. ‘’ Abartmayın oğlum yiyin işte , afiyet olsun hadi bakalım..’’ diye alçakgönüllülük buyururdu. Arasıra koğuş arasında avluda maç yaparlar , yorulunca kenara çekilir izlemeye başlardı. Küfür kıyamet havada uçuşurdu. Yok sen faul yaptın , yok eline değdi , adam gibi oynayın karı gibi ağlamayın gibi laflar dolanıp dururdu. Kenara çekildiğinde ağayla yanyana otururdu. Havlusu hemen gelir terini pisliğini siler çayını eline alırdı. Bir gün Fikret Ağa onunla kenara geldiğinde sohbet ederken ‘’ Yav Vedat , sen şimdi buraya alıştın. Hayırlısıyla çıkmanada şunun şurasında birkaç ay kaldı. Ya sen dışarıda napacaksın gurban ? ‘’ diye soruverdi.
‘’ Napayım Fikret ağa , yolun sonunu görene kadar bildiğimize devam..’’  diye kaderine bağlı kaldı Vedat.
‘’ Yav evlat , sen bu yüzden girmedin mi buraya ? ‘’ -  ‘’ Evet ağa , cahildik bilmeden etmeden plansızca iş yaptık ‘’ dedi.  Genç yaşına bağlıyordu içeri girişini , şimdi olsa katiyen mümkünü yok beni bulamazlar der gibi.
‘’ Gel seni köye benim çocukların yanına göndereyim. Pamuk ticareti yaparlar Adana’da. Sen de onlara yardım edersin. Alınterinle para kazanırsın , kimseye de minnet etmezsin. ‘’
‘’ Bana diyene kadar , sen neden başlarında değilsin Fikret Ağa ? ‘’
‘’ Ben namus belasına geldim Vedatım , iki adam vurdum Hanifem için. Yoksa bende onların başında duracaktım. Ama sağolsunlar mahcup etmediler beni. Ele muhtaçta etmediler. Şimdi keyifleri yerinde , işinde gücünde hepsi. ‘’
‘’ Sağol ağam , eksik olma. Çok iyiliğini gördüm burda Allah için. Ama ben kendi amcamın yanında yapamadım. Daraldım. Seninkilere de yük olmak istemem. Ben kendi yoluma bakarım. Senin için ferah olsun.. ‘’ diye kibarca ‘Hayır’ dedi ağanın bu güzel teklifine. Doğru söylüyordu. Amcasının yanında bile güzelim şartlar altında kalamamıştı. Kimse Anne – Babanın yerini tutmuyordu. Zor yoldan öğrenmişti bunları.
‘’ Peki Vedatım , bende seni iyi bilirim. Yaradanım yolunu açık etsin , kötüden uzak tutsun..’’
Ayrılık günü gelip çattığında 33 yaşında , sakalları ağarmış , saçları artık eskisi kadar uzun olmayan bir Vedat vardı. ‘’ Yolun açık olsun Vedatım , kendine iyi bak..’’ diyerek sarıldı Fikret Ağa. ‘’Sağol ağam , sende kendine iyi bak burada ’’ son cümlesi olmuştu Vedatın. Koğuştan kendisine veda edenlere şöyle bir el salladı. Sonra da özgürlüğüne kavuştu. Dışarısı değişmişti , girdiği gibi bir şehir yoktu karşısında. İşi artık daha mı kolay yoksa daha mı zor bilemedi..


Son anlarında özgürlüğe kavuştuğundaki o oksijeni almak istedi. Burnundan kanlar damlıyordu. Dayanamayacaktı artık daha fazla. Bulaşmayacaktı bu işlere. Şimdi yalnız başına son saniyeleri yaşarken bunu anlamanın faydası yoktu. İndirim yapmadı diye bu hale gelmişti. ‘’ Keyfin pazarlığı olmaz kardeş , alacaksan malımız budur..’’ diye restini çekmişti kendince yeni yetmelere. Nerden bilebilirdi böyle olacağını ? Daha genç olan bıçağını çıkardı ve dizinin üstünden yırttı bacağını , sonra da diğer bacağına atmak isterken Vedat tokatla yere yığdı oğlanı. Gencin yanındaki arkadaşı gururuna yediremedi arkadaşının düşmesini , belinden belki de ilk defa kullanacağı 7.65’lik küçük tabancayı eline alıverdi. Eli titriyordu. Vedat tam onu da indirecekken üç el ateş etmişti genç oğlan. Bunlardan yalnızca biri Vedatın kolunu sıyırmıştı , yere düşürmeye yetmemişti. O sırada tokadın etkisini atlatan yerdeki , arkadaşından silahı aldı ve tek atışta kalbine belki birkaç santim yerden , iman tahtasının solundan vurdu Vedatı.. Bir müddet biz ne yaptık diye baktıktan sonra koşarak kaçtılar olay yerinden. Vedat duvara dayandı ama dizlerinde kuvvet kalmamıştı. Kendini yere bıraktı. Keşke çıkmasaydım içerden diye düşünürken Fikret Ağa’nın lafı geldi aklına. ‘’ Yolun açık olsun’’ demişti. Yolu açılmıştı , ve o da bu bembeyaz sahneye doğru gidiyordu...

31 Ocak 2018 Çarşamba

Bizim Utangacın Hikayesi..

Issız bir sokaktı. Ne başında ne de sonunda bir tabela olmadan , işaretsiz ve levhasız. Terkedilmiş bir diyar gibi. Kafasında milyon tane soru işareti ile ne yapacağını bilemeden yürüyüp geçerdi buradan. Çok defa evsizlerle karşılaştı bu sokakta. Onlarla sohbet ederdi. Bazılarına çıkarıp üç beş bir yardım verdiği bile oluyordu. Hayatında çok kere muhtaç duruma düşmüştü , bu yüzden insanların ihtiyaçlarını anlamakta üzerine yoktu artık. Herkes köşesine çekilmiş bu yalnızları izlerken , o içlerinden biri gibi sıcak ve yakın davranırdı onlara karşı. İnsanlığının temel vazifesi görürdü bunu. Genç yaşta gelen başarı onun havasını değil , insanlığını ve naifliğini yükseltmişti. Herkesin aksine daha başarılı olup daha farklı bir hayat yaşayacağını beklerken o sanki hiç bunları başarmamış gibi eskiye doğru giderdi. Kafası başka çalışıyordu işte. Hayatında şımarıklığa ve kendini büyük görmeye yer yoktu. Çok arkadaş kaybetti bunun yüzünden , belki biraz paradan da oldu. Fakat bu prensibini bozmamaya yeminli gibiydi. O diğerleri gibi olmayacak ve hep o bilinen adam kalacaktı.

Uzun zaman önce İzmir’de üniversite kazandığı dönemde , bahis oyunlarından , arkadaş arası kumardan oldukça fazla para ve zaman kaybetmişti. Kendini dersleri yerine oyunlara verince okulu da fazladan bir sene uzamıştı. Bazen kazanıyordu da. Bu yeterli değildi elbette kaybettikleri karşısında. Anne ve babasından para alamıyordu. En iyi dostlarınıda İstanbul’da , o iki kıtayı birbirine bağlayan güzel şehirde bırakmıştı. Kabuğundan çıkmayı bekleyen bir kelebek gibi , doğum evresindeydi. Yeni bir şehir , yeni bir hayat , belki yeni dostlar. Ardında bıraktıklarına benzemeyeceklerdi belki ama hoş vakit geçirmezse İzmir’in ne önemi olurdu ki. Kordon’da dolaşacaktı , Alsancaktan Karşıyaka’ya geçecekti. Her öğrencinin ilk zamanlarında mutlaka yaptığı gibi tanıyacaktı yeni şehrini. Hayat ona güzel bir yerden bakmıştı çoğumuzun aksine. Herkes dağlı tepeli , soğuk , eskiden kurtulamamış şehirlere giderken o İzmir’deydi. Güneşin her zaman insanı ısıttığı , denizin uçsuz göründüğü , Rakı’nın keyifle içildiği bir yerdeydi. Şanslıydı evet ama farkındamıydı ?

Yalnızlığa alışması çok uzun sürmedi. Zaten lise döneminde de öyle çok sosyal bir adam sayılmazdı. Teklif edilen yerlere gelirdi ama başka türlü kimseyi davet edecek zahmeti göstermezdi. İçine kapanıktı. Elinde test kitabıyla geleceğini şekillendirmeye çalışır , soğuk merdivenlerde kendi hızıyla yarışırdı. Bir soruyu diğerinden daha hızlı çözme gayretiyle geçti lisenin bir zamanı. Sonra kendini buldu , dostlarını buldu. Hayata yeni bir pencereden bakıverdi. Daha önce tatmadığı duyguları tattı. İlk haytalıklar yapıldı daha sonra ilk kavgalar edildi. Okul futbol takımının vazgeçilmeziydi. Sol bekte fırtına gibi esmese de gürlerdi. Sol ayağına kaleye yakın top geldiğinde deyim yerindeyse ‘’affetmezdi’’. Pek kontrollü olmasa da güçlü bir sol ayağa sahipti. Her güzel şeyin bir sonu olduğu gibi  bu da bitiverdi onun için. Üniversiteye başlayınca seyreldi futbol maçları sonra nadir olmaya başladı. Zaten ayağınıda sakatladıktan sonra bir daha oynamamaya karar verdi. Oynasa da ağrı yapıyordu dizi. Kendine zarar vermeye niyeti yoktu. Sonuç olarak artık lise zamanları değildi bunlar telafisi yoktu. Kendini geliştirmeli , geleceğine bir yön vermeli ve hayatını buna göre yönlendirmeliydi. Uzun bir süre yoktu artık önünde. Mezun olduktan sonra İstanbul’a geri dönmeyi düşünüyordu ama keşke o gün okulun kantininde o kızı görmeseydi...

Saçları kızıla çalan renkte , gözleri elaydı. Dirseğini masaya dayamış , hafif inceden giyinmiş , saçları rüzgarın ritmiyle dans ediyordu. Sağ eliyle saçlarını soldan sağa atıyordu. Belinin ortasına kadar gelen saçları parlıyordu. Bizim ki bir kaç dakika gözünü alamadı dünya güzelinden. Soğuk bir suya düşmüş gibiydi. Titremesi eksikti. Belki vücudu değil ama içinde , derinde olan bir yerlerde titremenin alası vardı. Elindeki kahveyi dökmediği için şanslıydı , çünkü kahvenin üstünden hala buhar çıkıyordu. Derse girmesi hiç bu kadar zor olmamıştı. Kızın yanında oturanları , onunla konuşanları , yakın duranları kısaca herkesi ezberlemişti. Mutlaka görüşmesi gerekiyordu onunla. Tanışıp konuşmak ona kendinden bahsetmek istiyor hatta onun da sesini duymak  istiyordu. Dayanamadı ve ‘’ Hocam çok sıkıştım , lavaboya inebilir miyim ? ‘’ diye sordu. Hoca ‘’Oğlum , çocukmusunuz onbeş dakika sonra ders bitecek ne tuvaleti ? ‘’ dedi.
‘’ Hocam valla çok sıkıştım , bu aralar hastayım ondan oldu heralde ‘’ diye yalan söyleyiverdi. Bu çok sık yaptığı bişey değildi ama buna muhtaç kalmıştı. Elleri ayakları , kalbi o kızla buluşmak onu tekrar görmek istiyordu. ‘’ Tamam hadi çık ‘’ dedi hocası. Bir kaç saniyeye kalmadı bizim ki sınıfı terketmişti bile. Koşar adımlarla kantindeki aynı masaya doğru gidiverdi. Gözlerine inanmıyordu masada hala oturuyorlardı. Yanındaki kişi sayısı azalmıştı. İki kız bir de erkek vardı şimdi. Erkeği tanıyordu bir alt sınıftan Ertan’dı ismi. Efendi bir çocuktu o yüzden bunu sorun etmedi. Masaya doğru yaklaştı ;
‘’ Nasılsın Ertan ? Nasıl gidiyor dersler ?
‘’ Abi sağol ya ,  valla götürüyoruz işte. Şu Muhase... ‘’
Ertan’ın Lafını keserek araya girdi bizim ki
‘’ Hanımefendiler , size de merhaba , nasılsınız ? ‘’ diye oltayı atıverdi.
 ‘’ Teşekkür ederiz , seni sormalı ? ‘’ dedi Ertan’a yakın duran , belli ki sınıf arkadaşı olan kız.
( Ya da bizim ki öyle olsun istedi )
‘’ İyiyim bende. Sizi çıkaramadım okuldan değilsiniz heralde ‘’ diyerek attı kancayı dünya güzeline.
‘’ Ah evet ; dikey geçişle yeni geldim. Bu ilk günüm kayıttan sonra. Afedersiniz ya ,  Nurçin ben bu arada. Siz ? ‘’
‘’ Be.. Berk ben. Memnun oldum..’’ Bizim utangaç adını öğrenmişti. Burda az kalsın kendini belli ediyordu ama ucundan sıyırmıştı. ‘’ Hastayım da biraz , bende hava almaya çıktım sınıfta öksürük tuttu tozdan ’’ diye de çevirmeye çalıştı durumu. Kızın tebessüm ettiğini gördü. Galiba anlamıştı. Kızarıyor gibiydi bizim ki , yanakları al al olmaya başladı.
‘’ Bizde kalkıyoruz şimdi ‘’ dedi Ertan’a yakın duran kız. ‘’ Hem Nurçin’e daha kampüsü gezdireceğiz ‘’ O an o da gelmek istedi ama tanımadığı iki insana nasıl eşlik ederdi ki ?
‘’ Aaa öyle mi ? Tabii , gezin kampüsü. Yardıma ihtiyacınız olursa bende gelebilirim ? ‘’ Sınırları zorluyordu Berk. Daha önce böyle açılmamıştı hiç. Kalesini terkeden kaleci gibiydi. Arkası bomboş önü tehlike.
‘’ Yok Berk ya çok sağol. Biz hallederiz. ‘’ dedi Ertan’a yakın oturan kız. Ertan belli ki ya derse girecekti ya da buralarda başka bir işi vardı kızlar başbaşa gidiyorlardı. ‘’ Tamamdır , görüşürüz.’’ dedi bizimki.  
Gidişlerini seyretti. Arkalarından bağırası gelmişti ama bu kadarı fazla olurdu. Zaten yeterince açılmıştı ona göre. Nazikçe teklifte etmişti , bir o kadar nazik bir şekilde cevabını da almıştı. Gel zaman git zaman bir kaç kez daha görüştüler fakat durumlar bizimkinin istediği gibi gitmedi. Kızın İstanbul’daki ailesi uzakta olmasını istememişler , Nurçin’de ailesini kıramamış ve İstanbul’a dönmüş. Bir kaç gün sonradan aldı bu haberi Berk. Üzüntüsü anlatılacak kadar hafif değildi. Kalbi ilk defa böyle çarpmış , gözleri ilk defa bir kızı böylesine görmek istemiş , derslerde bir numara olan adam bu sıralar iyiden iyiye bırakmıştı dersleri. Bir iki kere meyhanede  gören de olmuştu.
Nurçin’den ne bir ses ne bir haber vardı. Yıllardır kalmıştı aklında bu saçları ahenkle dans eden kız. Taa ki o güne kadar…

Berk , üniversiteyi zor bela bitirdikten sonra İstanbul’a dönmüştü. Şişli’de tek odalı bir ev tutmuş ve iş hayatıyla meşguldü. Aklında binbir tilki ve gelecek düşüncesi vardı. Önemli bir hazır yemek şirketinin İnsan Kaynakları’nda çalışıyordu. Bu sıralar eksik bazı pozisyonlara personel seçmekle meşguldü. Şirkete bir Mutfak Koordinatörü aranıyordu. Bunun için hem çıktı alınmış sayfalar olarak , hemde internet üzerinden bazı incelemeler yapılıyordu. Bugün bazı görüşmeleri vardı. Üç aday gelmişti ama henüz aranan kriterlerde biri yoktu. Günün son adayı gelecekti birazdan. Güvenlikten telefon geldiğinde ‘’Nurçin hanım geldiler görüşme için’’ dendi..
 O kadar kişi arasında ‘’o kız’’ olamazdı. Masasının üstündeki dağınıklıktan ‘’Nurçin Hanım’’ın özgeçmişini buldu. Gözlerine ovalamak durumunda kaldı. Bu ya bir rüya olmalıydı , ya da bir şaka. Resimdeki kız birebir oydu. Fazla vakti yoktu. Kapısı çalındığı vakit yüreği titredi ; dili tutulmuş ve elleri terliyordu. ‘’Buyrun’’ diyerek içeri davet etti.
Bu o kızdı. Üniversite kantininde gördüğü , saçları kızıl adı Nurçin olan. Kız önce tanımakta zorlandı ama Berk’in simasının ona da yabancı gelmediği düpedüz belliydi. ‘’Hoşgeldiniz Nurçin hanım’’ diyerek selamladı adayı.
‘’ Hoşbulduk Berk bey..’’
‘’ Ee bir şey içer miydiniz ? ‘’
‘’ Yok sağolun , girişte arkadaşlar ikram ettiler.’’
‘’ Sizi tanıyorum galiba Nurçin hanım ,  Ege Üniversitesi’ne gelmiştiniz dikey geçişle , bir müddet sonra da İstanbul’a geri dönmüştünüz ? ‘’
‘’ Berk. Ah Berk bey evet , siz ilk tanıştığım kişilerden biriydiniz. Ertan’da vardı yanımızda hatırlıyorum. Sizi görmek ne güzel. Benim için unutulmaz bir görüşme olacak sanırım. ‘’ Şüphesiz Berk içinde öyleydi. Belli ki Berk’in ona o zamanlar sevdalı olduğundan haberi olmamıştı. Ya da varsa da üstünden yıllar geçmesine istinaden iki medeni insan tavrıyla yaklaşmıştı. Yıllar içinde yüzü hiç değişmemişti tutulduğu kızın. Aksine biraz kilo bile almıştı o incecik kız.
 Aman Allahım bu detayı göremediğine lanet okudu Berk içinden bir anda. Özgeçmişinin en üstünde 28 yaşında , Bayan ve evli yazıyordu… Bu kilolar yoksa ? Hayır.. Çocuğu da mı vardı ?
‘’ Evet benim içinde öyle.. Güzel bir tesadüf. Evli olduğunuzu görüyorum.
‘’ Iıı evet. 3 senelik evliyim. 1 yaşında Sude isminde bir kızım var.’’ Gerçekler çok çabuk çarpıyordu yüzüne. Evet , düşündükleri doğruydu. Nurçin üniversiteden sonra evlenmişti ve artık çocuğuda vardı. Heralde bir İnsan Kaynakları çalışanı olarak en zor dakikaları geçiriyordu. Keşke bu özgeçmişi daha önceden görseydi. En azından görüşmeyi bir başkası yapabilirdi. Duygularını bastırmakta ciddi güçlük çekiyordu. ‘’ Maşallah , Allah bağışlasın..’’ diyebildi kısa bir süreden sonra.
‘’ Ihh.. Lafı fazla uzatmaya gerek yok. Ben sizi tanıyorum. O yüzden zamanınızı almak istemem. Zaten referanslarınız ve çalıştığınız mevkiler bizim için yeterli. Size çalışma şartlarımızı ve sözleşmenizi mail olarak gönderirim incelersiniz. Kafanızda herhangi bir soru işareti olursa bana sorabilirsiniz.’’
‘’ Çok memnun olurum. Gerçekten sizi görmek çok güzeldi. Ben mailinizi bekliyorum o halde..’’
‘’ Tamamdır. Kendinize iyi bakın..’’ Bunu söylerken sesi titremişti. Bir anlık gözgöze geldiler. Kıza yine çaktırmış gibi hissetti kendini. Kapıya kadar uğurladı yavaşça. Gözleri dolmuştu. Evliydi ve bir kızı vardı. Üstelik bizim çocuktan değil. Böyle hayal etmemişti. Tuhaf bir hissiyat çökmüştü şimdi içine. Şirket için gerçekten yeterli bir özgeçmişi vardı. Bunu kabul etmese üstlerden bir sorgu alabilirdi. Kabul ederse de üniversite çağından beri taze kalan o sevdası bütün gün şirketin içinde dolanacaktı…
Nitekim gerekli görüşmeler diğer İnsan Kaynakları görevlileriyle yapıldı ve Nurçin , Berk’le aynı yerde işe başladı. Babacan bir tavırla düşünüyordu artık. Belki de çocukça hisler diye düşündü. Kapanmayacak bir yara değildi. Nurçin İstanbul’a dönmeseydi belki herşey çok farklı olabilirdi ama bir olana bir de ölene çare yine bulunamamıştı..


Bugün o ıssız sokaktan geçmeden önce şirketten çıkarken Nurçin’in eşi , kızıyla beraber onu almaya gelmişti. Berk bu anlara ofisinin ön avluyu gören penceresinden şahit oldu. Öyle bir tebessüm etti ki , kadere bir küfür savurur gibi değilde , onu almaya geldiklerine çok sevinmiş gibi. Kendi de kalın montunu giymiş ve şirketten çıkmıştı. Evine yakın olan o ıssız sokaktan geçerken yine Deli Necmi’yi gördü. Ona selam verdi. Bugün oturup dertleşecek hali yoktu. Bugün kendi kendine yetmeliydi bizim deli oğlan. Bugün yeniden ayaklarının üzerinde durabilmeliydi… 

23 Ocak 2018 Salı

Bir Anne...

Elinde tuttuğu , rafta uzun zamandır tozlanmış kitaba baktı. Kurduğu bu güzel kütüphanenin bir eşi benzeri yoktu ona göre. Burada lise zamanında biriktirdiği paralar , üniversite zamanı otobüse binmeyip yürümeyi tercih edip , daha sonra taşıma kartına yüklemediği paralar yatıyordu burda. Kim bilir hepsine ne kadar da para vermişti cebinden ? Belki farklı bir hobide yapılabilirdi , fakat onun için en kıymetli olanı ezelden beri buydu...

Çok küçük yaşlarda başlamıştı okuma sevdası ; okumayı da çok hızlı sökmüştü. Annesi öyle anlatır dururdu. Bütün mahalle özenirdi Fatma’ya. Çocukların ekolüydü. Biraz sorumluluk alması gerekirdi her zaman. Böyle hakkında konuşulması , yıldız çocuk olmak öyle kolay değildi. Herkes şöhreti taşıyamazdı. Bisikletinin sepetine koyardı boyama kitabını , babasıyla engin yeşilliklere gezmeye gider , parkta kalışları biraz uzasa sıkılırdı.

‘’ Eve gidelim Baba , annem de gelir şimdi..’’

Annesi kaymakamlıkta çalışır her gün 17.00’de çıkar yarım saat içinde de evde olurdu. Böyle deyince dayanamazdı babası. Bisikletine binmesine yardım ederdi. Sonra da köhne kalmış bu semtin en iyi apartmanlarının birinde bulunan dairelerine giderlerdi. Apartmana girildiği anda yemek kokardı buram buram. Kim ne yemek yapmış tahmin etmeye çalışırdı Fatma. Enteresan bazı yetenekleri vardı.

 Mesela 1.katta Öğretmen emeklisi Nurten Hanım’ın sigara böreği yaptığını bilmişti günün birinde. Sonradan çünkü kokmuştur diye eve bir tabak göndermişti Nurten hanım. Komşusuyla anılara daldı Fatma. Saçları hala olabildiğince siyah , 60’lı yaşlarının başında kilosuna her daim dikkat etmiş , güzel kalpli bir hanımefendiydi. Fatma’da onu çok sever , sık sık bir ihtiyacı olduğu zaman yardım edebildiği kadar ederdi işte. Elinden geldiği kadar. Bazen marketten dönerken rast gelirler , kilo kilo torbaları alıp götürmek isterdi. ‘’ Bırak kızım bunlar ağır..’’ derdi Nurten hanım.
‘’ Değil değil Nurten teyze ,  hadi gel sende hadi.. ‘’ diye teşvik ederdi koca teyzesinide. Koca kadın nasıl uyacaktı onun hızına , enerjisine ? Çaresiz o da arkasından yavaş ve temkinli adımlarla gelirdi apartmanın girişine.

Merdivenleri tek tek çıktıktan sonra bir bakardı ki , ufaklık yukarıya çıkmış poşetleri yere koymuş , kendi de merdivenlerin başına oturup Nurten teyzesini beklemiş. Emekli öğretmen iyi anlardı bu ufak çocukların dilinden. Elinden binlercesi geçmişti , eğitime adanmış 37 senenin içinde. Kimisi yaramaz , kimisi büyümüş bir beyefendi-hanımefendi gibi. Kimi de böyle yardımsever , temiz ve gelecek vaadeden idi. Fatma’ya almış olduğu çikolatalı gofretlerden birini uzattı. Sonra da kendine doğru kafasını okşayarak çekti. Kucakladı Fatma’yı. ‘’ Teşekkür ederim Nurten teyze..’’ diye dökülüverdi teminden beri suskun olan kız. ‘’Rica ederim yavruum..’’ dedi Nurten hanım , U harfine biraz vurgu yaparak.

Kendi torunları maalesef biraz uzaktaydı. İki kızı bir oğlu vardı. Kızlarının biri henüz üniversiteden yeni mezun olmuştu. Diğeri ise evli ama İzmir’deydi. Oğlu ise Almanya’da okulunu bitirmiş ve orada kalmıştı. Münih’te BMW’nin fabrikasında stajını yapmış , sonra da burda Elektronik Mühendisi olarak işine başlamıştı. Yavrularının hepsi maşallah afiyetteydi. Analarını arayıp sorarlardı her zaman. Yaşar Amca vefat edeli 1,5 seneden fazla olmuştu. Nurten hanım küçük kızıyla başbaşaydı o zamandan beri. Bu sene yılbaşına Almanya’da oğluyla beraber girmişti zaten. Soğuk bir memleketti. Kendi Güneyli , Mersinliydi. Pek soğuk nedir bilmezdi. O yüzden baya bir üşümüştü oralarda , hatta yılbaşından bir-iki gün sonra hastalanmıştı. Biraz ateşi ve öksürüğü vardı. Biraz çay , biraz meyve geçiştirmişlerdi Anne-oğul. Son zamanlarda buradaydı. Hala gidip belediyenin bazı kurslarında eğitim verir , haftasonları Silivri sahiline iner kahvesini içer , emekliliğin tadını çıkarırdı. Hepimizin bir gün olabilecek miyiz , o günleri görebilecek miyiz diye  hayal ettiği , onun hayatıydı şimdi.

Fatma’da bir gün emekli olabilecek miydi ? Ya da kaderi Nurten teyzesi gibi mi olacaktı ? Düşünmeden geçememişti buraları. Elinde tuttuğu kitap üniversite yıllarında okuduğu büyük üstat Zülfü Livaneli’nin – Engereğin Gözü’ydü. Ne muhteşem bir eserdi diye düşünmeden edemedi. O zaman ki ismiyle Habeşistan - ( Etiyopya şimdi ki adı ile ) - dan gelmiş yaşını başını almış , hadım bir Odabaşı. Onun etrafında dönen entrikalar , hikayeler ve daha fazlası. Nerede nasıl okuduğunu hatırlamıyordu Fatma. Belk üniversite kampüsünün bahçesinde tepeden yüzüne güneş vururken , belki Ayvalıkta yaz tatilini geçirirken , ya da en basiti otobüsle evine dönerken ki geçen zamanlarda. Önemli olan nerede okuduğu değil , bu kitabı okumuş olmasıydı. Onun yegane önem verdiği şey buydu. Zülfü Livaneli en sevdiği Türk yazarlardandı. Onsuz bir kütüphane olmasını düşünemiyordu. Bugün bile üstadın kitaplarına baktığında her birinin hikayesini anında hatırlıyor , yeniden yaşıyordu. Şimdi ise bu kadar sık okuyamıyor olsa bile , kendine mutlaka bu kadar meşgalenin içinde zamanını ayırıyor , kahvesini alıp kitabının başına geçiyor , hayata ve zamanın ona kattığı sorumluluklara inat sıyırıveriyordu kendini dünyadan.

Bahçede yalnız başına oturuyordu Fatma. Denizi cepheden gören Baba evinin balkonunda eline eski kitapları almış geçmişe bir selam çakarken ve biraz bulutlarla kaplı bu günde huzur içinde sessizliği dinlerken , elinde dedesinin ona aldığı oyuncaklarla gelen minik oğlu Demir , masum bir çocuğun her gün yaptığı gibi ‘’Anne baaak , dedem aldııığ..’’ diyordu ve uyandırıyordu Fatma’yı tatlı rüyasından. Onların gelişiyle hayata geri dönen Fatma , Demir’in elindeki pahalı oyuncakları görünce
’ Baba niye zahmet ettin bizde zaten alıyoruz her hafta’’. – ‘’ Karışma işime be kızım’’ dedi babası. ‘’ Biz de her gün torun görmüyoruz ya’’. Biraz kinayeli gibiydi bu cümle ama Fatma buna aldırmadı. Yeterince sıklıkla geliyorlardı zaten baba evine. Bu cümle onlar için değildi belli ki.

Fatma bir an durdu ve düşündü.  Anne-Babalık elbette yüksek ve kutsal  bir müessese idi , fakat insanoğlu dediğinde her gün aynı olamazdı ya. Belkide kaç kez sinirli anlarına denk geldi Demir’in böyle onları bölmesi.  Belki çok keyifliydiler , belki de oldukça üzgün. Yine de yavrularının gönlünü kıramazlardı. Bu seferde böyle oldu. Dedesiyle gittikleri gezintiden dönmüşlerdi ve Demir her çocuk gibi hala yorulmamıştı. Şaşkınlık vericiydi bu küçük insanlar. Geceleri uyku nedir bilmez , gündüz yorulmak nedir hiç bilmez , sormadan sorgulamadan geçirilen bir hayat dönemi.
Annesi otuzlu yaşlarına merdiven dayamıştı. Bu zamana başkalarının çocuklarını ne kadar çok sevdiğini hatırlamıyordu. Şimdi ise o dokuz aylık duygu dolu ve bir o kadar da zor süreç bitmiş , oğlu Demir 2 yaşına gelmişti. Kendide biraz yaşlanmıştı tabi. Hayatta böyle değil miydi zaten ? Akıp giderdi birden , hiçbirimize bir kelam dahi etmeden...
Baba kızı , damadı ve torunu için hazırlığını sabahtan yapmıştı. Soslanmış tavuk kanatları , baharatlanmış pirzola kırmızı etler. Her şey şahane gözüküyordu. Fatma dayanamadı ve babasının yanına sokuldu. ‘’ Emekli maaşını bitirmişsin , bunlar kimin için baba ? ‘’
-          ‘’ Bunlar benim değerlerim için’’ dedi baba. ‘’ Hiç değişmeyen ve her gün daha fazla yükselen değerlerim için..’’

                Fatma biraz ağlamaklı olmuştu , başka bir söz edemedi. Babasının boynuna sarıldı , onu öptü. Eş zamanlı olarak annesi Fatma’yı mutfağa yardıma çağırıyordu , bu duygusal anda uzun sürmemişti. ‘’ İyi ki varsın Baba..’’ dedi ve bahçe kapısından mutfağa doğru girdi... 



17 Ocak 2018 Çarşamba

Batı'da Bir Gün..

‘’Her şeyini kaybetmiş birinin korkusu olmaz’’ diye duymuştu. Hatırlayamadığı , nerede olduğunu bulamadığı bir zaman. Hakikaten bunu yaşıyordu artık.
         
           Hayalleri bir bir suya düşmüş , umutları tükenmiş , yeterince darbe almış ve biraz da saçları beyazlamıştı. Olgun gibi görünüyordu , öyleydi de..
            
           Zaman sadece saçlarına değil , yüreğine , kalbine , suratına da uğramıştı. Eskisi kadar pürüzsüz değildi suratı artık. Çizgilerin yönü ve kalınlığı belli oluyordu. Tepkileri yavaş ve sakindi. Soğukkanlı bir tavır. Hareketleri yavaşlamış gibiydi , ama buna rağmen düşünceleri sanki vücuduna savaş açmışçasına daha hızlı hareket ediyordu. Bu vücut düşündüğü kadar şeyi yapamazdı zaten. Zaman ona bunu da göstermişti haliyle. Kalbi de yavaşlamıştı. Her şeye her an çarpmıyordu artık. Yaşamaya yetecek , kan dolaşımını sağlayacak kadar işte. Bir işçinin eve ekmek götürme gayesi gibi. Biyolojik olarak vardı , hislerini satmıştı çoktan.
            
          Dışarıya süzülen gözlerini kahvesine doğru götürdü. Üstünde dumanlar tütüyordu , hala sıcak ve tazeydi. Ne de olsa Türk kahvesinin tadı biraz ılıyınca alınırdı. Bunu biri söylemişti ona. Belki gençken Kapalıçarşıda karşılaştığı Arap turistlerden biriydi. Gençken diyorum işte , sanki şimdi çok yaşlıymış gibi..
            
         Biraz daha bekledi. Tabakasını çıkartıp , özenle sardığı orta-sert tütünlü sigaralardan birini nazik ve tutkulu bir tavırla tabakadan çıkardı.

‘’Keşke bana da bu kadar nazik olabilselerdi’’ diye düşünmeden edemedi.

Kim bilir nasıl olurdu o zaman hali ? Daha güzel şeyler yapabilir , daha fazla insana yardım edebilirdi , belki saçlarına da bu kadar ak düşmezdi. Belki lise çağındaki halleri gibi , daha vurdumduymaz , daha korkusuz , daha enerjik olabilirdi. Sonunu düşünmeden hareket etmek kadar güzeli var mıydı ? Tıpkı belki altına pislediğinden bile haberi olmayan yeni doğmuş bir bebek gibi. O zamanlarda kalmak gerekirdi kırılmamak için. Yorulmamak için. Hep saf ve temiz kalabilmek için.

Çakmağını , hep koyduğu sağ cebinde aradı ama bu sefer sol cebine koymuştu. Bu aralar ilk defa olmuyordu bu. Kafası bulanık , kahvesinin köpüğü kadar yoğundu. Boşvermiş bir tavırla çevirdi çakmak taşını , ve alevlenen gaz , tütününü anında yakıverdi. Yanmak bu kadar da kolaydı işte. Hem yakan sadece ateş miydi ? İnsanlar yakmaz mıydı birbirini ? ‘’Yandım ben ya’’ diyen feryatlar boşuna değildi heralde. İşyerinde bir hata yaparsınız ‘yandınız’ , Anne – Babaya laf getirirsiniz ‘yandınız’ , sevgilinize bir hatanız oldu ‘yandınız’. Herkes öteki tarafta cehennemin sıcağından bahsederken , kimse burda yananları görmüyordu heralde.

Bir yudum aldı , kahveyi dudaklarında , denize ilk giren ayaklar gibi hissetti. Sıcak olması tek farkıydı. Önünde delice akan Meriç Nehri’ne baktı. Hayli yükselmişti su. Belli ki komşu yine açmıştı barajların kapaklarını. Ne su zengini memleketlerdi. Bizim böyle bir şansımız var mıydı ? Böyle zamanlarda su seviyesi buralarda hayli yükselir hatta bazen taşkınlar olurdu. Bu bölge bu konuda oldukça tecrübeliydi , esnaf ve vatandaşlar artık tedbirliydi. Olmasa daha iyiydi elbet , fakat olanla ölene de çare bulunmuyor malesef.  Kahvenin telvesi ağzında gezindi. Nehir gibi deli olmasa da kahve de midesine öyle aktı. Giderken yanında bir şeyler götürür gibi..
            
          Osmanlı’nın başkenti olmuş bu şehirde , Selimiye’nin göğe uzanan dört minaresinden biri kadar yalnız hissetti kendini. Saydığınız zaman dört taneydi , Edirne’ye girerken baktığınızda ise sadece iki görünürdü. Çünkü dönemin mimari bir harikasıyla aynı hizada yapılmıştı. Mimar Sinan’ın ustalık eserim dediği bu camii’ye bir çok kez girmişti. Bazen sadece huzuru hissetmek ,  bazen ise Allah’ın huzuruna çıkmak için. Ciğerini belki kaç defa yemişti bu şehrin. Çocukluk arkadaşları burada okumuş , o zamanlar sokak sokak , cadde cadde arşınlamıştı buraları. Kimi zaman sarhoş olmuş , bazen ise iki poğaça alacak para bulamamışlardı.  Şimdi yaşı ilerlemiş bir şekilde , yanında onu tanıyan kimse olmadan gelmişti buraya.

Şehrin sahibi oydu şimdi. Kanatlarını açıp , biraz yükseğe çıkıp ‘’Eyy insanlar , bu şehirde en eski benim , bu şehrin yalnızı da , dertlisi de benim.. Beni böyle tanıyın’’ diye bağırmaya ramak kalmıştı. Onu tarif edemediği bir el tutuyor gibiydi. Bir el ağzını kapatıyor , bir diğeri elini kolunu bağlamış gibiydi. Başka bir ses duymadan , kendi kararlarını hiç tartışmadan diktatörlük tadında bir gündü bugün.
            
          Hesabı istedi. Kendi de daha önce hizmet sektöründe bulunduğu için bunun nasıl yapılacağını iyi bilirdi. Garsonların kalbi kolay kırılırdı. Onca saat ayakta , belki uykusuz hizmet et , bir de gelsin kendini dünyanın sahibi sanan insanlar , sana bağırsın çağırsın , ezsin. Sonra da gel çalışmaya devam et. O günlere bir tebessüm bıraktı içinden. Bahşişi ihmal etmedi tabi ki. Onun masasına bakan garson ‘’Teşekkür ederiz abim , yine bekleriz’’ dedi.

Kafası hafifçe öne eğerek kabul etti bu teşekkürü. Sonsuz bir veda eder gibi kalkmadı masadan. Tekrar görüşecekmiş gibi , umutlu ve yarım bırakarak...



14 Ocak 2018 Pazar

Koca Mahallenin Amcası..

‘’Nitekim buralara geldik..’’

Buydu bana kurduğu son cümle. Sonrada sessiz sedasız gitti.
        
          Cenaze namazına katılmıştık. Tabi haberi varsa bizden. Kalabalık bir grup vardı orda. Terzi Mesut , Kasap Ahmet , Kobra Nejdet , Bomba Rıza ve mahallenin adları henüz ünlenmemiş delikanlıları. Hepsi üzgün ve içine kapanıktı o gün. Her zaman gülmezlerdi evet ama , bugün sanki kollarını bile kaldıracak halleri yoktu. Kimsesiz kalmış gibiydi çoğu , ben dertli sigara nasıl içilir ilk bu cenazede gördüm. Ardı arkası kesilmiyor gibiydi. Açıkhavada bile sürekli bir bulut hali.
        Tabi sadece mahallenin sakinleri değil , camii de her vakit namaz kılan , uzaktan yakından gelen herkes dini vecibeleri olarak merhuma son görevlerini yerine getirmek üzere hazırda bekliyordu. Bazıları merhumu tanıyor , bazılarıda eşten dosttan merhumun kim olduğunu öğrenmeye çalışıyordu. Bazılarının ağzının açık kaldığı oluyordu öğrendiğinde , kimisi de yüzünü buruşturup hiç sormamış gibi devam ediyordu görevine. Farklı bir ruh haliydi bu cenazeler. Belki hiç tanımadığın bilmediğin birinin yanındasın ve farkında değilsin , belki de hayatının bir yerinden geçmiştir öteki tarafa yolcu ettiğimiz kim bilir. Akıllarda sadece örfümüzün bize emaneti olan cenaze töreni vardır. Ötesi berisi fazla da sorgulanmaz.
            
          Ben onu 8 yaşımdan beri tanırım. Babamın işleri nedeniyle yerleştiğimiz bu mahallede geçirdim çocukluğumun altın yıllarını. Önceleri kaba , korkutucu , uzak durulması gereken biri gibi gelirdi gözüme. Tanımadığımız her yabancı gibi o günlerde. Sonrasında ise sıcacık ekmek almış evine giderken , acıkan çocukların ‘’Rahmi Amca , Rahmi Amca!!’’ diye bağırışlarını duyardım. Bir bakardım kırıp bölüştürmekten elinde ekmek kalmamış , tekrar almak için fırına geri dönerdi.
-          ‘’ Ya bu çocuklar yok mu’’ diye dert yanardı burnu birazca büyük Rizeli fırın sahibi Bilal Bey’e. – ‘’ Napsınlar onlarda be Rahmi , seni bekliyorlar belli ki aynı saatte.’’ Diye düşüncesini söyleyiverirdi.
Sonra bir muhabbetlerine tanık olmuştum bizim Rahmi Amcayla Fırıncı Bilal Amcanın ;
 ‘’Eskiden çöpleri karıştırıyordu bu mahallenin çocukları Rahmi , sonra sen geldin eski köye yeni adet geldi. Mahalleye huzur getirdin’’.
-          Yok ya öyle deme , elbet birşeyler bulunurdu Bilal hocam.
-          Yok yok Rahmi. Kendini övmeyi sevmezsin bilirim ama hakkın yenmez. Kimse yiyemez hakkını burada.
-          Allah razı olsun. Hepimize nasip etsin.

Bugün anlaşıldı , kimin neden daha çok sevildiği , kimin cenazesinin daha kalabalık olacağı , kimler gönüllerde daha fazla taht kurmuş. Çocukluğum ve gençliğimde çözemediğim bazı soruları bugün cevaplıyordum kafamda , ve eminim ki yalnız değildim. Hepimizin Rahmi Amcasıydı o. Biraz sertti , biraz kabadayı. Velhasıl yufka gibi bir kalbi , mangal gibi de yüreği vardı. Belinde altı patları olmadan dolaşmaz , her esnafa selamını verir , mahallenin çocuklarına delikanlılarına ihtiyaçlarını sormadan geçmezdi.

         Çok insan borçlandı ona , kimisini es geçti , kimisine kimsenin birbirine yapmayacağı olanaklar verdi. Etrafta yaptıklarının duyulmasını istemez , duyduğunda da ona bir daha iyilik yapmazdı. Cezasını böyle kesiverirdi. Tabi bu iyi olanlara verilen bir cezaydı. Daha önceki senelerde , kanının hızlı aktığı , Rahmi Amca’mızın Rahmi olduğu dönemde kavgaları , tartıştıkları yok değil. Hatta bir keresinde namus belasına adam vurduğunu ama onu sevenlerden birinin ‘’Sen bu mahalleye lazımsın abim , sen olmazsan halimiz ne olur , senin yerine ben seve seve yatarım’’ diyerek hapisten kurtulduğunu da duydum.

‘’Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında.’’

         Böyle demiş Cahit Sıtkı Tarancı zamanında. Şuan gözlerimin önünde olanda buydu. Tek bir farkı vardı ; Rahmi Amca kalplerimizde de taht kurmuştu.  Daha 4 gün önce Salı akşamıydı. Yine o manzaralı koltuğuna oturmuş her zaman ki gibi sade Türk kahvesini içerken beni görmüştü. ‘’ Gel ulan buraya kerata’’ demişti. Yanımdaki kız arkadaşıma mahcup olur muyum diye düşünmedim bile , Rahmi Amca çağırıyorsa gitmeliydim. Oturduk yan yana , kız arkadaşımıda kabul etti. 
Sade kahvelerimizi söyledi ve anlattı ;
-          Bak oğlum ; önce doğru olmalı insan. Sağa veya sola kaymamalı dik durmalı. Yaptığından pişman olmamalı ya da pişman olacak şeyi yapmamalı. Bak ben bunları hep uyguladım. Öyle boş konuşmam ha.. -Gülümsedi burada. – Hep iyi den ve doğru olandan yana durdum. Allah yolumuzu açık etti , iyilik nasip etti , nitekim buralara geldik. ‘’

       Şimdi naaşı öylece bir tabut içinde durmuş ve havanın rüzgarında örtüsü biraz dağılırken , bende ona bakarak ağzımdan ancak onu mırıldanabildim ;
‘’Nitekim buralara geldik Rahmi Amca...’’